Gözden uzak olan gönülden uzak olmaz...

Hani bir söz vardır; gözden uzak olan gönülden de uzak olur diye. 'Sevdiğinden ne kadar uzakta kalırsan o kadar unutur seni'dir anlamı yani.
Oysa Montaigne'in dediği gibi her gün birbirini görmenin tadı başka, ayrılıp kavuşmanın tadı başkadır.
Juan Domingo Peron, genç ve başarılı bir albayken ve çalışma bakanlığında görevliyken tanıştığı  Eva adlı oyuncuyla ilişkiye girdiğinde amacı sadece kendisinin hoş zaman geçirmesini sağlaması ve Arjantin'de başlatacağı yeni hareketin kadın öncüsü olmasıydı.

Zamanla albay ve metresi olarak anılmaya başladılar. Eva'ya aşık değildi, zaten genç kızlardan hoşlanıyordu. Üstelik Eva'yı kendine yakıştırmıyordu. Ona göre Eva çok fazla görmüş geçirmiş, eğitim görmemiş, kültürsüz, geçmişi karanlık bir sanatçıydı işte.
Juan Peron'un Eva ile tanıştığı ve ilişkiye girdiği zamanlarda birlikte yaşadığı Maria Inez adlı bir kız vardı. O kadar büyük yaş farkları vardı ki aralarında, Peron çevresine onu kızı olarak tanıtıyordu.
Bir gün bir kamyonete tüm eşyalarını yükleyip Juan'ın evine getiren Eva, kıza memleketine dönmesini söylemiş ve eve yerleşmişti.
Aslında Juan Peron'un kadınlara bakışı belliydi. Kimseye asla ümit vermez, hiçbir şey vaat etmezdi. Ciddi, uzun ve en sonunda resmiyet kazanan ilişkiler değildi yaşadığı ilişkiler.
Üstelik sosyal çevresinde de Eva yadırganıyor, alt sınıftan bir sanatçı olması nedeniyle eleştiriliyordu. Juan da bu kadınla evlenmesinin politik kariyerine zarar vereceğini düşünüyordu.
Derken 1944 yılında bir darbe oluyor Arjantin'de ve Peron tutuklanıyor.
Ve hapishanedeyken Eva'ya şu meşhur satırları yazıyor:
'Ancak sevdiklerimizden ayrı kalınca onları aslında ne kadar çok sevdiğimizi anlarız. Şimdi seni ne kadar çok sevdiğimi ve sensiz yaşayamayacağımı anlıyorum...'
Peron serbest kalır kalmaz 17 Ekim 1945'te Eva ile evlenip ona soyadını verdi. Ve Eva Peron, Arjantin tarihine damgasını vurdu.
Bu hikayeden yola çıkarak şunu söyleyebilirim ki ben birini her gün görmenin tadını değil, ayrı kalıp kavuşmanın tadını tercih ederim. Ve araya giren mesafelerin bir aşkı kuvvetlendiren en önemli unsur olduğunu...
Bu şekilde;
Özlemin ne derece kuvvetli bir duygu olduğunu, bu duyguyla var olan tüm dengelerin değişebileceğini öğreniyorsunuz.
Daha önce üstünde durulmayan bir anın, bir bakışın, bir temasın birden zihninizde bambaşka anlamlar kazanmasını izliyorsunuz.
Ve ayrı kalınan anlarda yitirilmiş zamanların telafisinin çok daha tatlı, çok daha anlamlı olabileceğini fark ediyorsunuz...

O yüzden herkese arada bir sevgilisinden, eşinden bir süre ayrı kalacağı seyahatler düzenlemelerini öneririm. Merak etmeyin gözden uzak kalınca gönülden de uzak kalmazsınız.
Rüzgar için ateş neyse, ayrılık da aşk için odur. Küçük bir aşkı söndürür, büyük bir aşkı ise daha da güçlendirir...

TECAVÜZ GERÇEĞİNİ YARATAN DİZİLER DEĞİL, TOPLUMUN KENDİSİ...
Geçtiğimiz günlerde Aydın'da yaşayan üç genç, evlenmek üzere olan zihinsel engelli bir kıza tecavüz ettiler.
Olay korkunç. Yaşananlar tüyleri diken diken edici.
Savunmasız bir kıza gaddarca bunu yapabilmek... Cani ve acımasız bu insanlara, verilebilecek en ağır ceza verilmeli.
Olay sonrası bazı yazılar okudum çeşitli yerlerde. Suçu, son günlerde fenomen olan bir diziye yüklemişler. Toplumun kanayan bir yarasına parmak basacaklarına, bastırılmış cinselliğin ve ikiyüzlü ahlak sisteminin yarattığı sapıklıklara değineceklerine işin kolayına kaçıp, böyle yazmışlar.
Bazı yazarların yazdığı gibi bunun sorumlusu 'Fatmagül'ün Suçu Ne?' dizisi değil.
Öyle bir yazmışlar ki tek sorumlu bu dizi olmuş.
Sinema filmleri ve diziler gerçek hayatın kopyalarıdır. Tıpkı romanlar gibi... Kurgudurlar ama toplumun gerçekliğini anlatan birer kurgu... Gerçek hayatta yaşanan dramlar, sevinçler, trajediler ve mücadelelerden alırlar konularını. Onları anlatırlar.
Yani...
'Fatmagül'ün Suçu Ne?' adlı dizi yüzünden değil olanlar. Bizde tecavüz gibi bir gerçekliği yaratanlar, buna neden olan bir ahlak sistemi olduğu için o öyküler yazılıyor, diziler, filmler çekiliyor.
Diziyi tartışıp duracağınıza bu ikiyüzlü ahlak sistemine kafa tutun, bunları yazın ki insanlar bilinçlensinler...

BİRİ BANA ANLATSIN!
Cumhurbaşkanlığı seçimleriyle ilgili yeni düzenleme gündemde. Buna göre cumhurbaşkanlığı süresi yedi değil, beş yılla sınırlandırılıyor.
Peki...
Benim anlamadığım şu; yedi yıllık süre için seçilen Abdullah Gül'ün cumhurbaşkanlığı da bu uygulamaya tabi tutulmaya çalışılıyor.
Yeni bir uygulama, uygulamaya girdiği tarihten itibaren esas alınmaz mı?
Yani;
Abdullah Gül'ün ardından gelen cumhurbaşkanının görevi beş yıl olacaktır.
O halde neden Abdullah Gül'ün cumhurbaşkanlığı süresini tartışıp duruyor köşe yazarları?

BU HAFTA ÖĞRENDİKLERİM
1 - Araya giren mesafelerin bir aşkı kuvvetlendiren en önemli unsur olduğunu...
2 - Boşanırken kadının konuşmasının da erkeğin konuşmasının da korkunç olduğunu... Söz gümüşse sükutun altın olduğunu...
3 -İnsanların medenice ayrılmayı bir türlü beceremediklerini...
4 -Hamile kalma modası diye bir şey olduğunu...
5 - Aradan az bir süre geçmesine rağmen oynanılan yepyeni bir karaktere eski karakterin gölgesinin düşmeyeceğini... (Bakınız Kıvanç ve Beren )

HAFTANIN SÖZÜ
Yaşamda en önemli şey kazançlarımızı kullanmak değildir. Asıl önemli olan kayıplarımızdan kazanç sağlamamızdır. Bu zeka gerektirir. Akıllı insanlarla aptal insanlar arasındaki fark budur.                                                                                   

William Bolith

Başak Sayan İletişim

Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.

Başak Sayan Sosyal Medya